Onbeş Oda Kırk Hasta...

15 Ekim, 2009

ONBEŞ ODA KIRK HASTA…

Nöbetçiyim. Saat sabahın beşi. Göğün rengi açılıyor… Hâlâ gözleri kapalı pencerelerinizin, hâlâ birkaç yıldız gülümsüyor uykularınızın en tatlı yanılsamalarına...
Dün geceden beri Oltu taşı tespih çekiyor zaman, hiç kapatmadığım flüoresanlarda. İçimde belli belirsiz bir heyecan. Ne bahar, ne yeni gün, yalnızca ağır günü tüketmiş olmanın erinci. Bu gün için dünden yaptığım planlar daha şimdiden uykuya teslim olmuş gibi.
Uyandırdığım birkaç çocuk dışında hepsi uykuda. Biraz daha uyusunlar diyorum, sesimin çatalında annelik duygusu -anne olmamama rağmen- zaman kazanma isteğimle karışıyor. Bir kaçının üstü açılmış. Serinlikten korumak için ivedilikle dolaşırken, daha dün sabahki yabancılığımıza şaşırıyorum. Gece boyu yaklaşımlarıma direnç göstermiş bedeni örterken yarı aralık gözlerine yakalanıyorum. “Hemşire abla, bana ne yapacaksın?” diyor. Ah benim güzel çocuğum, dar zamanlardan bir çocuk gibi ilgilenmeye, oyunlar oynamaya vakit bulamadığım... Kısacık bir an,  gözlerinin sevgiyle bağışlayışı yüreğimi burkuyor. Başı saçlarını okşayan elime teslim oluyor. Gitmem gerektiğini söylüyorum. Bakışları yeniden kırılıp kapanıyor. Duygular göz pınarlarımı zorlarken öteki odaya giriyorum. Camların ardında iç içe uzayıp giden odaların yılgınlığı içimde buz gibi yankılanıyor.
Tedavi odasında ilaç hazırlarken aklımda hasta çocuklar, aralık gözlerin adsızlığı. İsmi, oda- yatak numarasına dönüşmüş, tanıyla bütünleşmiş çocukluk. Yaşının gerektirdiklerinden, alışkanlıklarından, gereksindiği oyuncaklardan yoksunlukları. Sağda solda ötekini gören odaların iri camgözleri. Bir türlü dinmeyen uğultulu koşuşturma arasında yalnızlığı ilk tanıyışı, sokulup içine saklanma çabası… Gece boyu her karşılaşmamızda canı yandı, güç bela daldığı uykularından uyandı, az önce bağışlamış olsa da, bir süre daha rüyalarında affetmeyeceğini biliyorum. Adsız, yüzsüz, hiç kimseliğe mahkûm ederek yargılayacağını, beni üzerimdeki formaya hapsederek unutacağını.
Geçmiş günlerden birkaç yüz belirip soluyor aklımda. Gözlerin acısına sıkışmış gülümsemeleriyle ölüme yenik düşmüş küçücük bedenler. İnsan olmakla işleyişin parçası olmak arasında gidip geldiğimiz, saniyelerden zaman dilendiğimiz anlar. İnsan her şeye alışabilir mi… Tüm gerekçeleri akla yakın olsa da, yürekte kabul görmeyişi, uzaklık yakınlık fark etmeyişi, her seferinde ilkmiş gibi acıtması, hep bir eksiklik duygusuyla, yetişememe kaygısıyla rüyalara kadar girmesi… Ölüme alışılmıyor.
Yıllar sonra, tükenmiş zamana soruyorum, neydi yaşadığım, kalan ben miyim, ben kimim? Bu hüzün renkleri kimlerin zamanından sızmış bakışlarıma. Ve neden adsız başlıyor aklımdaki her hikâye, hep bir başkasının yüzündeki acıyla yürüyor, neden sevinçle bitmiyor hiç biri? Nasıl gidilir öteki sabahlara akılda bunca ölüm anısıyla? Öncesiz sonrasız yüzler denizinde, bu dalgalı anılarla hangi ufka bakmalı, hangi kıyılardan tutunmalıyım kendime.
Az önce bir peri işime bağışladı beni. İki göz kapağı arasında sıyrıldım dişlilerin arasından, bir nefeslik insan oldum ve affettim yirmi saatin yorgunluğunu. Yüzünü değilse bile bakışlarını işledim yüreğime.
Kime anlatılabilir zaman. Kendi içinde bölündükçe çoğalan, çoğalan parçalara yetişmeye çalıştıkça kaybolan. Akşam gelmiş, solunum cihazına bağlı çocuğa bakarken ölçmeye çalışıyorum zamanı. Az sonra görev teslimi için gelenlere anlatırken, saat dilimlerine bölünmüş süreç gibi duracak ismi. Kim anlayabilir rutinlere yetmeyen zamanı ötekinde tüketmenin öfkesini, kişileştirilmemiş acıların, çözümsüzlüklerin insanı nasıl tükettiğini. Yarınlar bağışlanma ister, umut ister, insan ister. Anılar neşe de biriktirmek ister. Az önce bir çift göz bana bağışladı beni.
Nöbetçiyim. Göğü görmeyeli bir gün dolmak üzere. Duvarlarını, camlarını, aynalarını unuttuğum evim hâlâ bu şehirde. Herkes gibi uykudadır annem, hastayım demişti önceki gün, , kim bilir şimdi hangi sıkıntının terinde.
Saat altı. On beş oda, kırk hasta.
Yaptırılması gereken kahvaltılar, ilaçlar, ek uygulamalar, hayati bulgular. Kırk kere kırk, eşitliğinde bir etmeli ve yetmeli zaman yüz yirmi dakikaya. Çocuk olmasalar belki… Hangisi kendi başına yiyebiliyor, hangisi ikna olmadan acı karışımları içmek istiyor. Girdiğim her odada annesini isteyen çığlık. Hava aydınlanmış, dışarıdan kuş sesleri adalara kadar geliyor. Onlarla birlikte çaresizliğime ağlamak istiyorum. Sistemleri bu türlü işleyişlere terk edenler rahat mıdır uykularında? Merak etmeye, sitem etmeye bile vaktim, halim yok. Susmaları için başlattığım oyuna yatkınlıkları tek şansım. Ağlama birinden ötekine çarçabuk bulaşıyor. Yirmi iki saattir devinen varlığımın direnç duvarları yıkılmak üzere.
Çocukça kurduğum cümlelere, onlara benzeyen kelimelerime çabucak susup gülüşüyorlar. Derin bir gevşeme. Varsın zaman bu odada sarksın biraz, diğerlerinde hızlanırsam… Çocuk havale geçiriyor diye baştaki odadan sesleniliyor. İçine düştüğüm kuyuya dönüyor oda. Zaman çöküyor.
İki saati nasıl geçirdiğimi, neyi nasıl yaptığımı, olası hatalardan kaçınmak için gösterdiğim çabadan ötesini hatırlamıyorum. Vizit yapıyoruz, teslim ediyorum, servisi, hastaları. Gece bende kalıyor. Dönüp odalar dizisine bakıyorum. Her biri sırtımdan bıraktığım dev kütlelere dönmüş. Görev tesliminde rutin işleyişin üzerinde durulmayacak, yeni yatanlar konuşulacak, sabahki havale dışında sakin bir nöbet seyri gibi duracak.
Şükür; hiç olmayacak sandığım sabah oldu, bir nöbet daha bitti. Birazdan kaldırımlarda sürükleyeceğim gölgemi, ölümle yaşam arasında en ağır kokularla tütsülenmiş bitkin bedenimi otobüsün askılıklarına asarak götüreceğim eve. Kulaklarımda “Allah razı olsun” payidarlığıyla, “siz meleksiniz”  sloganlarının acımasız uğultuları. Uykuyla uyanıklık arasında, yolun her eğimine, her çukuruna döküle döküle...
Bir daha deseler…

Not: Bu yazı, ülkemiz sağlık hizmetleri üretimi, sunumu ve performans değerlemeleri süreçlerinde “Hemşire”yi ısrarla görmezlikten gelen karar vericilere, hasta evlatlarını çocuk hastanelerinde hemşirelere emanet etmiş acılı annelere ithaf olunmuştur.

 

Şerife HANÇER
Emekli Çocuk Hemşiresi